Sal’la Gidelim: Sürprizli Akdeniz

Sal’la Gidelim: Sürprizli Akdeniz

Rüzgârla boğuşan saatler, kaybolan eşyaların mucizevi dönüşü, yeni tanışıklıklar ve festival sürprizleri… Sal, seyrinin bu bölümünde Akdeniz’in en beklenmedik anlarıyla karşılaşıyor.

İTHAKA – 8-10 TEMMUZ

Kardeşten yakın dostlarımızı gönderdikten sonra, önce bir gözyaşlarımı siliyorum. Daha doğrusu buharlaşıyorlar. Yunanistan’da alargada olduğunuzda kendinizi yaylada gibi hissediyorsunuz. Genelde bir rüzgâr oluyor. Hatta akşamları insan üzerine bir şey almaya ihtiyaç duyuyor.

Özellikle marinalarda yanaşmış durumdayken karanın ısısı da tekneye vuruyor ve dayanılmaz bir sıcak basıyor. Nitekim çıkış yapmak için hazırlanmak amacıyla tekneye girdiğimizde içeride sıcaklık 36 derece. Hızlıca Sal’ı toparlayıp kendimizi marinanın dışına atıyoruz ve anında yüzümüzü serinleten rüzgâr pek doğru bir karar verdiğimizi gösteriyor.

Rotamız tekrar İthaka. Zaten Ithaka’dan geldik buraya ama önümüzdeki üç gün çok kötü bir hava geliyor ve Sal’ı bu havada kıçtankara bağlı tutmak istemiyoruz. Koy gerçekten genelde bilenlerin geldiği bir yer. Yüzmesi pek keyifli. Tertemiz bir suyu var ve muhtemelen sebebi kara tarafında tesisin olmaması. Rüzgâr püfür püfür, demir alarmı kurulu havayı bekliyoruz.

Gece dolunay var. Ay nereden çıkacak, kaçta çıkacak derken bir anda öyle bir yüzünü gösteriyor ki sanki sahneye arz-ı endam ediyor. Arkamızdaki iki tepenin kesiştiği en alçak noktadan çıkıp yukarı doğru tırmanmaya başlıyor. Kaç gündür geceleri yanmışız, ürperip üzerime battaniyeyle birlikte bir de çay alınca keyfim iyice yerine geliyor. Hava henüz gayet sakin. Yine fırtına öncesi sessizlik gibi.

Biz teknede Sencer’in bizzat kendisinin Sal için yazdığı uygulamayı kullanıyoruz; ismine de “SalPi” dedik. Demir alarmı için de SalPi görevde. Malum Sencer bilgisayar mühendisi ve kod yazmak onun için hobi. Bu yazılımla internet olduğu sürece tekneyi anlık olarak takip ediyoruz.

Karaya çıktığımızda da bu uygulamanın grafik arayüzüyle tekneyi uzaktan izleyebiliyoruz. Demir ışığımız otomatik yanıp sönüyor, uzaktan kornayı çalabiliyoruz ya da Sal’ı kalabalık bir yerde alargada bıraktıysak gece tüm tekneler demir ışıklarıyla aynı görünürken bize demir ışığını yakıp söndürerek haber vermesini sağlayabiliyoruz. İşte bu yazılıma pek güveniyoruz ve gece kulağımız alarm sesinde rahat rahat yatabiliyoruz.

O gece de sanki evde yatar gibi kamaraya geçiyoruz. Gece alarm çalmıyor ama tekneden öyle sesler çıkıyor, dışarıdan rüzgârın uğultusu öyle vuruyor ki birkaç kere dışarı çıkıp bakmak gerekiyor. Sabah sosyal medyadan görüyoruz, Adriyatik kıyılarında 59 knot vurmuş. O gün de hava kötü olacak, havuzlukta okuyarak, yazarak, dizi izleyerek günü geçirmeyi planlıyoruz. Nitekim içeride dizi izlerken dışarısı uçmaya devam ediyor, ama içimiz rahat. Tekne yerli yerinde duruyor.

Dizi bitince havuzluğa çıkıyor ve anlıyoruz ki karaya çıkarken kullandığımız ayakkabılar uçmuş. Dört çiftten benimkinin biri kalmış ve asıl kötüsü üzerinde elektrik motoruyla arkaya bağlı olan botumuz alabora olmuş. Motor suyun içinde, botun içindekiler kimbilir nerede. Rüzgâr kaldırıp denize geri çalmış zavallıcığı.

Artık alacakaranlık olduğundan kaybettiklerimizi bulma şansımız yok. Yine de söylene söylene botu düzeltip, motoru temizleyip elimize güçlü bir ışık alarak hem Sakin’i gezdirmeye çıkıyoruz, hem de kıyıyı dolaşmaya. Motorun çalışmasına tabii ki çok seviniyoruz. Aslında elektrikli motor suya düşse bile bir şey olmaz demişlerdi ama yine de “bir şey olmaz” denen nelere neler oluyor.

Zaten iyimserliğin acısını çekiyoruz, kesin kaybettik diye bakıp da çalıştığını görmek bizi pek mutlu ediyor. Ben gidenleri kabullenmiş durumdayım ama yine de bakmadık demeyelim diye aramaya çıkıyoruz. Nitekim karanlıkta bir kayanın altında kırmızı bir şey buluyoruz. Hemen anlıyorum ki bizim yastık. Uçtuğunu fark etmemişiz bile. Alıp geri getiriyoruz.

Ertesi sabah hava kalıyor, biz de botla ayakkabı avına çıkıyoruz. Ve inanılmaz ama üç teki de – her birini ayrı kayanın altında olmak üzere ve hatta başkasının da bir tek ayakkabısını- buluyoruz.

Sencer ve Sema Salbaş

MEGANİSİ – 11-12 TEMMUZ

Motor ve yelken karışık bir seyirle Meganisi’deki bir koya ulaşıyoruz. Koy deyince, minik bir girinti sanılmasın. Kocaman bir yarık, içeri doğru git git bitmiyor. Adanın kuzeydoğusunda Yunan dağlarını göre göre giriyorsunuz ama girilen koy dağların soğuk ve çıplak görüntüsüne zıt bir şekilde yemyeşil.

Eski Okluk (Umarım hâlâ öyledir, malum artık bizlere yasak), Bencik gibi denize yatay inen çamlar, çamların yansımasında yeşil görünen ama içi tamamıyla temiz, 10 metre derini rahatça görebildiğiniz saydamlıkta bir deniz. Koyun içindeki koycuklardan birini beğenip yanaşıyoruz, “hoşgeldik” içkimizi içiyoruz, botu indirip doğruca AIS’te burada olduklarını gördüğümüz Alman arkadaşların yanına gidiyoruz.

Güzel bir sohbet sonrası Sal’a döndüğümüzde bağırış çağırış bir tekne yaklaşıyor. Ama normal bir bağırma değil. Dümendeki demirdekini yönlendirmek için öyle bir sesleniyor ki yan koydaki duyar. Birden dümendeki dönüp kibarca benden “Hemen yanınıza gelebilir miyiz” diye izin istiyor, “Tabii ki” cevabını alınca demirdekine yine biraz önceki kibarlığından eser kalmayacak şekilde haykırmaya başlıyor. Gözlerim nasıl faltaşı gibi açıldıysa gülerek bana dönerek “Biraz sağır da” diyor. Böyle birbirlerine bağırarak, pek güzel yerleşiyorlar hemen yanıbaşımıza.

Akşam muhteşem havayı deneyimlemek istiyorum. Tam yerime yerleşiyorum ve hoş bir ses “Merhaba” diyor. Önce kulaklarıma inanamıyorum, çünkü gerçekten pek bilinmeyen bir adanın, pek de bilinmeyen bir koyundayız ve kara ağaçlarla saklı. Gerçekten de karada, denize inen çam ağacının altında kafasında kaskla genç bir kadın bana el sallıyor. Hemen kendisini kahveye çağırıyoruz, eşi de yanında. Rukiye ve İsveçli Rune çifti…

Sabah bizim Instagram’daki Meganisi paylaşımımızı görünce bisikletle ziyarete gelmişler. Türkiye’de tanışıp evlenen bu çift Meganisi’de bir arsa alıp şahane bir ev yapmışlar. Karşılıklı maceralarımızı paylaşıyor ve ertesi gün evlerini ziyaret etmeye söz vererek uğurluyoruz. Ben çok mutluyum, o kadar farklı insanlarla tanışıyoruz ki… Söylemişlerdi de insan yaşamayınca anlamıyormuş.

Lefkada adasını Yunan anakarasına bağlayan bir köprü var; iki saatte bir açılıyor, iki ucunu köpek kulağı gibi yukarı kaldırıyor ve bu dar geçitten teknelerin tek sıra halinde kuzey-güney geçişini yapmasını sağlıyor.

LEFKADA GEÇİŞİ, PREVEZE – 13-17 TEMMUZ

Sabah güzel bir kahvaltı sonrası çıkış için hazırlanıyoruz. Bu arada bir önceki gün yanımıza izinle gelen, demircisi az duyan çiftten yüksek sesle konuşanı unutmamışsınızdır. Üzerinde beyaz uzun kollu gömlekle görüyorum. Ama altında bir şey yok.

Oldukça medeni şekilde günaydınlaşıyoruz. Ben sabah havuzluğa çıkarken tişörtüme uygun kolye filan seçen biri olduğum için bu çıplaklığı anlamakta zorlanıyorum ama oldukça yaygın buralarda. Neyse fazla muhatap olmadan yola çıkıyoruz.

Lefkada adasını Yunan anakarasına bağlayan bir köprü var; iki saatte bir açılıyor, iki ucunu köpek kulağı gibi yukarı kaldırıyor ve bu dar geçitten teknelerin tek sıra halinde kuzey-güney geçişini yapmasını sağlıyor. Bu süreci işleten firmayla anlaşma sağlanamadığı için hafta başından itibaren köprü artık açılmayacak. Tekneler adayı dolaşmak zorunda kalacaklar. Ne zamana kadar kapalı kalacağı da meçhul. O yüzden Lefkada’ya uğramadan doğru Preveze’ye gideceğiz.

Geçit için tam zamanında köprünün girişinde yerimizi alıyoruz. Görünüşe göre sondan bir önce biz geçeceğiz, önümüzde de uzun bir kuyruk var. Daha önce geçtiğimiz diğer kanallarda (Korint, Evia) önce bir yön, sonra diğer yön geçerdi. Burası otoyol gibi.

Biz geçerken, karşıdan da bir o kadar tekne tek sıra geliyor. Kanal çok dar, yan tarafımız hayli sığ, taş çatlasın iki metre. Civarda devamlı şamandıralar var. Kanalın uzunluğu 3.5 km kadar. Bu geçiş sırasında kıyı boyunca sazlıklar, minik yerleşim yerleri, balık çiftlikleri ve hatta bir tane de marina (D-Marine Lefkas) var.

Sonunda köprüye geliyoruz, yanları kalkık köprücük uslu uslu bekliyor. Biz geçiyoruz ve kanal anında genişliyor. Çıkan tekneler yelkenlerini açmış önümüzdeki şahane maviliğin üzerinde bembeyaz çiçekler gibi saçılmışlar. Biz de hemen yelkenimizi açıyor ve aralarına karışıyoruz.

Bu arada Sencer’e NFL (NoForeignLand) uygulaması üzerinden bir mesaj geliyor. Mesajın içeriği kabaca şöyle:“Dün kaldığın koyda yanına gelen tekneye öyle bağırmaya utanmıyor musun? Bunca yıllık yelkenciyiz senin kadar kaba insan görmedik. Denizlere hiç yakışmıyorsun. Böyle davranmaya devam edersen senin de başına yaşattıkların gelir.”
Adam kısaca “Allah belanı versin” demiş.

Sencer’in biraz sert bir yüzü vardır, genelde ciddi durur hatta bazen kendisini albay emeklisi zannederler. Hani denizdeki o sağır demirciye bağıran adam gibi birine bağırdı da böyle mi anlaşıldı acaba diye şaşkın şaşkın bana bakıp soruyor. “Sema, ben bu aralar birine bağırdım mı?”

Duyduğum en masum sorulardan biri. Hayır, adam lacivert gövdeli tekne diyor, yanaştığımız lokasyonu da kaydetmiş… Sencer hemen “Biz olmayabilir miyiz?” minvalinde cevap yazıyor. Ve nitekim anlıyoruz ki; adam biz o koya gelmeden bir önceki gün orada olan tekneyle yaşamış bu sorunu. Bağıran adamın bir karısı ve bir kızı varmış teknede ve üçü de küfür kıyametlermiş. Öncelikle biz teknede iki kişiyiz ve Garmin Inreach uygulamasında ne zaman nerede olduğumuz belli, bol kanıtımız var yani.

“Ben çok mutluyum, o kadar farklı insanlarla tanışıyoruz ki… Söylemişlerdi de insan yaşamayınca anlamıyormuş.”

Meraklısı için belirteyim; Garmin inReach, Garmin’in uydu iletişim cihazlarıyla birlikte çalıştırdığı bir uygulama. Temel amacı, cep telefonu sinyali olmayan yerlerde bile uydu üzerinden mesajlaşma, konum paylaşma ve acil durum yardım çağrısı (SOS) yapma imkânı sağlaması. Bizim tüm seyahatin rotasını da kayıt altına alıyor.

Adamla yazışmamız ilerleyince anlaşılıyor ki kendisi birkaç kere Atlantik’i geçmiş, şu anda da bu geçişi yapanlara yol gösteren bir yelkenci. NFL uygulamasında bu sene Atlantik’i geçmek isteyenleri toplayıp bilgi veren, seminerler düzenleyen bir grubun kurucusu. Bizi de gruba ekliyor, burada pek değerli bilgiler ediniyoruz. Üstüne üstlük Atlantik geçişi sırasında da buradaki 40-50 tekne hep irtibatta olmayı planlıyoruz. Çok kıymetli yani. Bu kadar kesişme tesadüf müdür bilmiyorum.

Böyle psikolojik olarak heyecanlı bir seyir sonrası Preveze’ye ulaşıyoruz. Buraya giriş bizim Ayvalık girişi gibi. Ortada bir kanal var, kanalın yanında sığlıklar, bu sığlıklar aşılmasın diye de kanal boyunca şamandıralar… Preveze’nin içinde bir tane belediye, bir de özel marina bulunuyor. Yer çok yani. Ama biz marinaya girmek istemiyoruz.

Belediye marinada birkaç spot var, arıtma tesisine yakın olduğundan “Kesin yaklaşmayın” yazıyor her yerde. Yolda suyumuzu da yapıyoruz, elektriğe zaten ihtiyacımız yok, püfür püfür alargada kalırız gibi bir hayalimiz var. Gerçekten de marinaları geçtikten sonra şehrin yanında geniş bir bölge var, demir atmak isteyen herkes yer bulabilir. Demir atana kadar yelkenle geliyoruz. Batıdan esen rüzgâr buna izin verirmiş burada.

Tam demir atmadan önce lütfen indiriyoruz yelkenleri. Burada tam dört gün kalıyoruz. Araba kiralayıp Arta ve Parga’ya gidiyoruz. Bir günde iki şahane yer görüyoruz ki yelkenliyle yavaş yavaş gezen bizler için günü 48 saat yaşamışız gibi geliyor. Ve fakat Parga gerçekten görülesi; tekneyle merkeze yanaşılamıyor, hemen arkasındaki koya demirlenebilir. Her ne kadar arabayla geldiysek de gözümüz teknelerde çünkü hayırlısıyla bu büyük turu yapıp da dönebilirsek yeniden geliriz Parga’ya…

Yerel turistlerin de geldiği yazlık bir kasaba gibi görünen Preveze’de kendimizi topluyor, huzur buluyoruz. Artık elimiz karıncalanıyor. “Şimdiye kadar hep bildiğimiz sulardı, artık tam başlıyoruz” hissindeyiz. Vira bismillah, yarın yola çıkış.

Yazının devamını Ekim 2025 sayımızda okuyabilirsiniz.